29 Aralık 2010 Çarşamba

Sen Vurdunda Ben Ölmedim mi?



Sen Vurdunda Ben Ölmedim mi?



Yokluğunda ne ateşleri hasretimle yaktım da
Bir seni yakamadım, beni yaktığın gibi
Çölde su, mahpusta gün, oruçta ekmek gibi bekledim seni
Sense araya korkular koydun.
Yasaklar koydun...
Bitmez tükenmez engeller koydun
Şimdi nerdesin diye sakın sorma
Sen çağırdın da ben gelmedim mi?

Sen varken darılmazdım çiçeksiz baharlara,
Yağmurlu havalara...Bu kasvetli akşamlara
Sen varken
Bakıp içlenmezdim tren istasyonlarına
Otobüs duraklarına...
Sen varken ayrılanlara ağlamazdım...
Yıkılmazdım biten sevdaların ardından
Gidenlere küsmezdim
Kalanlara acımazdım...
Sen varken böyle üşümezdim-titremezdim
Masumdum, çocuklar gibi
Böyle delirmezdim-küfretmezdim...
Hele ölmeyi hiç düşünmezdim.
Şimdi soruyorum sana
Adı sevdaysa bu cehennemin
Sen yaktın da ben yanmadım mı?

Biliyorsun
Bütün acılarına 'yeşil ışık' yaktım olmadı
Bütün korkularına'arka çıktım'olmadı
Dağlara merdiven dayadım olmadı
Haziranda kar oldum yağdım avuçlarına olmadı
Sevdim olmadı -yandım olmadı-taptım olmadı
Benden artık pes
Bu aşkın biletini istediğin gibi kes
Nasılsa gidiyorsun
Biliyorum git...
Ama ardında
Ağlayan bir çift göz
Paramparça bir yürek
Ve yıkılmış bir dağ görmek istemiyorsan
Çek silahını-daya sırtıma
Titrersem namerdim...
Sen vurdun da ben ölmedim mi?
.

Ahmet Selçuk İlkan

19 Kasım 2010 Cuma

Güzel bir hikaye



Avcılar, zavallı kuşu yaralamışlar, o da can havliyle kaçmaya başlamıştı.Yaralı kuş uçuyor, avcılar aman vermeden kovalıyordu.Nereye saklandı ise buldu, hangi dala kondu ise gördüler.
Kuşun küçücük kalbipır pır çarpıyor, birazcık nefeslenmek istese üzerine bir namlu doğruluyordu. Avcular, onu ellerinden kaçırmak istemiyor, bu koşuşturma hırslarını tahrik ediyordu. Merhamet kalkmıştı yüreklerinden...Kuşun zayıflığı, acizliği, çaresizliği, medet ister hali hiç umurlarında değildi.Acımayacak, öldürene kadar saldıracaklardı.Zemin ölüm kusuyor, kurşunlar patlıyor, barut kokusu etrafa yayılıyordu.
Zavallı kuşun uçacak hâli kalmamıştı. Son bir kez havalandı ve uzaktaki bir topluluğu gördü. Şeyh Efendi, ortaya oturmuş, müridleri etrafında halelenmiş, zikrediyorlardı.Onların meclisine kadar zorla uçtu. Bir anda, korkunun tesiriyle İçinden geleni yaptı ve yaydan boşanmış ok gibi Şeyh Efendinin kaftanın altına saklandı.Güvenmiş kendince emin bir yer bulmuştu.
Şeyh Efendi, göğsünün altındaki ani kıpırdanmadan irkildi, ne olduğunu anlayamadı ve elini oraya attı.Zaten can dudağına gelen kuş, bu darbeyle öldü.
Ötede, mahkeme-i kübra kurulduğunda kuş, Şeyh Efendi'den davacı oldu.Şeyh, bilerek ve isteyerek yapmamışolduğu için mesul tutulmadı. Zaten o da kuşun öldüğünü görünce çok üzülmüştü.Kuşa, son sözü sordular
-Bir arzum var, dedi. Ben o kaftana, o sarığa güvendiğim için altına sığındım.Bundan sonra o güveni boşa çıkaracak hiç kimsenin o kaftanı giymemesini istiyorum ki başıma gelenler başkalarının başına gelmesin.


Neslimiz, kendisine insafsızca kasdeden avcıların tuzaklarından sığınacak bir yer arıyor.Koca bir İnsanlık günah batağına düşmüş, çırpınıyor, ağlıyor. El uzatmadığı için eroin komasında ölen bir gençten, iffetini kaybeden her bir çocuktan insanlıuk mesuldür.Nerede hangi ülkede, hangi milletten ve renkten olursa olsun...Hapisahaneler, hastaneler, sokaklar, mezarlıklar feryad ediyor.
Vazife ağır ve mesuliyet büyüktür. Ve bu ateşten kaçanların, güvenip gelenlerin, elini uazatanların itimadını sarsmaya kimsenin hakkı yoktur. İman urbası çıkarılamayacağına göre, kaftanın hakkını vermeye azami gayret göstermelidir.

hoş kalın hoşça kalın.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Mecnûn makâmı



Mecnun olmak bir “makam”dır; dişlerin sıkılma hâlidir!



Sus!..
Kenetlenmiş çenenden, “kendini” sızdırırsan dışına; kıvam bozulur... Çünkü “mecnun” olanın yolu; en dar tünellerden geçer!



Yollardan, Leyla’ya doğru, her daim yürüyenler vardı...
Kimdi onlar? Bilen yok!.. Hani ayak izleri? Silinmiş, gören yok!.. Peki hatıraları? Unutulmuş, anlatan yok!..
Ya Mecnûn?..



Mecnûn; susmanın adıdır ve yürümenin adıdır ve dönüp ardına bakmamanın fakat aramanın ve bulmanın veya sadece dişlerini sıkmanın adıdır...
Mecnûn olmak hem rütbe takmaktır omzuna, hem de omzuna yüklenmiş olan rütbeyi haysiyetle ve hassasiyetle taşıyabilmektir!



Leyla’nın bin yolcusu;
..ama yolların bir Mecnun’u vardı!
Sen kimsin? Hangisisin?..



Derler ki; Mecnun olmak, otuz iki tane dişin birer birer çekilmesidir çene kemiğinden... Ve gıkını çıkarmamaktır!
Bunu diyenler yalan söylüyor, çünkü ben Mecnun’u gördüm; aynanın başındaydı ve havuzun başındaydı ve hatta durgun göllerin başındaydı... Biliyorum! Mecnûn olmak; otuz iki tane dişin birer birer çekilmesi değil, tane tane çakılmasıdır çene kemiğine... Ve gıkını çıkarmamaktır!



Yani Mecnun olmak, çenenin kuvvetle sıkılma hâlidir, dişlerin kemiğe çakılma hâlidir...
Mecnun olmak bir makamdır. Susmak, yürümek, ardına bakmamak, aramak, nihayetinde bulmak... Ve şu soruyu sormak demektir:
Leyla’nın bin yolcusu, fakat yolların bir Mecnun’u vardı!
Sen, hangisisin?..

Muammer Erkul

11 Temmuz 2010 Pazar

Tarihi Camileri Sanal Aleminde Gezmek



Küçük Mecidiye Camii - 3D Sanal Tur

Şehzadebaşı Camii - 3D Sanal Tur

Fatih Camii - 3D Sanal Tur

Yeni Cami - 3D Sanal Tur

Süleymaniye Camii - 3D Sanal Tur

Ulu Cami (Bursa) - 3D Sanal Tur

Buradan indireceğiniz sanal turlarla kendinizi Süleymaniye Camii'nde gibi hissedeceksiniz. Kurulum gerektirmeyen bu programları çalıştırdığınızda fareyi bakmak istediğiniz yöne doğru kaydırmanız yeterlidir. Detaylara zumlamak için farenizin tekerleğini çevirin. İndirdiğiniz mekanların listesini görmek için F9 tuşuna basın. Listelenen mekanları ekran koruyucu yapmak için F5 tuşuna basın. Tavsiyemiz Süleymaniye Camii dahil tüm mekanları ekran koruyucu yapmanızdır. Ekran koruyucu devreye girdiğinde rastgele bir mekan seçilir ve otomatik olarak etrafı seyrettirir (adeta HD kalitesinde bir belgesel izliyormuşsunuz hissini verir). Diğer tuşların işlevini öğrenmek için F1, çıkmak için Esc tuşuna basın

Sanal bir ortamda gezmek çok iyi olmasa gerek birgününüzü ayırın ve Tarihi mekanları ziyaret ediniz ben sadece merakınızı uyandırmak adına bu sayfayı paylaşmak istedim

Sevgiyle kalın Hoşça bakın zatınıza:-)

19 Haziran 2010 Cumartesi

Kadın Olmak



Kadın, güçlüdür aslında…

Hoyratça bir kıskançlığın muhatabı olduğunda,

Ya da yüzüne değen el şefkat değil, şiddet kustuğunda,

Gidebilecek kudret de varken ayaklarında,

Gitmeyecek kadar güçlüdür kadın…


Çünkü annedir kadın…

İlmek ilmek şefkat örer çocuğunun ipek saçlarında…

Sevgi yazar, merhamet yazar, minik bir canın yaşam satırlarına…


Kadın, yarındır aslında…

Tahta beşikte, şefkat eliyle yarınları sallayandır…

Ne kadar, “elinin hamuruyla erkek işine karışma” denilse de,

Kadın, şefkatiyle, geleceğin hamurunu mayalayandır…


Kadın huzurdur aslında…

Günün yorgun ümitlerine sahiplik eden en sakin limandır…

Sıcak bir çorbadır, dumanı buram buram kalbe akan…

Dantel dantel, ilmek ilmek örerek, dört duvarı yuva yapandır…



Bazen sevginin, bazense nefretin adıdır kadın…

Bazen aşkın, bazense gitmenin…

Her ne kadar üçüncü sayfa haberlerine konu olsa da kadınların ağır yükü,

Kadın, yokluğunda varlığına hasret bırakandır…


Kadın; erkeğin kaburgasından yaratıldı, ayaklarından yaratılmadı!

Öyle olsa ezilirdi…

Üstün olsun diye başından da yaratılmadı!

Ama göğsünden yaratıldı, eşit olsun diye…

Kolun biraz altından; korunsun diye…

Kalp hizasından; sevilsin diye…


Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim.
(hadis-i şerif)


Mutlak âdil yerli yerinde yapan sadece Allah'tır

Sevdalı Kalem

28 Mayıs 2010 Cuma

Düş'le Gerçek Arasında




Durup durup seninle karşılaşıyorum her yerde

Karşıma çıkıyorsun her köşebaşında sen

Kimi gün parklarda, kimi gün sokaklarda, caddelerde

Gözgöze geliyoruz, saatlerce bir şey söylemeden.



Hiç değişmemiş diyorum içimden, ne güzel

İşte yine o! Yine mahzun, yine dalgın, yine ürkek

Hadi gel diyor dudakları.----Özledim, hadi gel

Biliyorum oysa; uzatsam ellerimi, gidecek.



Bu bir aldanış mı? Yoksa var oluş mu yeniden

Söyle bir son mu? Bir başlangıç mı? Bir dönüş mü?

Ne oldu o güzelim zamanlara ansızın uçup giden?



Hadi uyandır beni, söyle; gördüğüm zamansız bir düş mü?

Hadi git, uzaklaş, yokluğuna inandır beni gerçekten

Yoruldum, her bulduğum yerde seni kaybetmekten


Ümit Yaşar OĞuzcan


26 Mayıs 2010 Çarşamba

Andıkça





ANDIKÇA



Ne zaman seni düşünsem içim ürperir

Seninle geçen her saat, her gün gelir aklıma

Bir akşam vakti gelir bir deniz kıyısı gelir

O eşsiz hatıralar bütün gelir aklıma

Ne yapsam unutamam yaşadığımızı

Sevgindi sevgilerin en yalansızı

Şimdi nerde bir gül görsem kırmızı

Dudaklarımı uzun uzun öptüğün gelir aklıma

Bir çıban büyürcesine ortasında gecenin

Dolar yüreğime hüznü seni sevmenin

Dünyada ne benim yerim var artık ne senin

Ağlarım başucunda ölümün gelir aklıma.

Ümit Yaşar Oğuzcan

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Sensizlik Haram Bana

Sensizlik haram bana
Gücüm yok yalnızlığa

Sensiz gülemem
Başka sevemem
Nasibimse istemem

Geceler nurlar yağdırsa
Karakış bahar olsa da
Yoksan eğer istemem

Sana ben ömrümü verdim
Seni ben gönlümle sevdim
Dertlerim dualarım sensin

Seni ben kahır olsan da
Seni ben ecel olsan da
Severim öldükten sonra da

Geceler içimde
İsmin hep dilimde
Unutma beni ey zâlim sen Bu sevgimi de

Yaralar hep bana
Günahlar boynuma
Yeter ki sensiz bir ânım olmasın sevgilim

Sana ben ömrümü verdim
Seni ben gönlümle sevdim
Dertlerim dualarım sensin

Seni ben kahır olsan da
Seni ben günah olsan da
Severim öldükten sonra da...

Makam:Hicaz
Sanatçı:Nusret Yılmaz
Beste:Ufuk Yıldırım
Güfte:Ercan Saatçi

21 Mayıs 2010 Cuma

Yeni hayat yeni anlatılara ihtiyaç duyuyor



“Her gün bir yerden bir yere göçmek ne güzel,bulanmadan dupduru akmak ne hoş”Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyerek devam ediyor. Hz. Mevlana







14 Mayıs 2010 Cuma

Anzaklı Ömer'in Hikayesi

ANZAKLI ÖMER’İN HİKAYESİ”

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

“Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil.newyork’da Medical Center Hospital adlı bir hastahanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak,kan vermek,serum takmak,elektrokardiyoğrafi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine ,tedavisine verilmiyıor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.

Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında tabii kendisi ile ingilizce konuşuyorum.

Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?

Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki.. pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. Kendisine sormadan edemedim.

Siz Türk müsünüz?

Kaşlarını yukarıya kaldırarak ” Hayır “manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum:

Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?

“Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki:

Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı,benim bayrağım…

Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

Siz Türk müsünüz?

Evet Türk’üm….

İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:

Yıl 1915. Sen hatırlamasın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de .orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’tım Avustralya Anzaklarından …

İngilizler bizi toplayıp dediler ki: “Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda . birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.” Biz de inandık sözlerine vaadetlerine… Savaşmak isteyenler arasına katıldık.

Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu: Bizim yıkayan İngilizler,Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevkediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler o zaman . Mısır’da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Atış talimi . ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor,gökyüzünde havai fişekler ,geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman… Her taaruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil,kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş . bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taaruz ediyoruz. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti: Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar,vahşi kimseler olarak tanıttı ya… Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürdüler. Ama öldürmüyorlar… Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. “Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben . Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış”diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce….. Nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte. Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarıma iyileştirerek ,sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk… Ne garip değil mi? Avustralya ‘dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar… Buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. “Ömer” cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: Peki niçin Ömer ismin, vermişler sana ? Babam müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş. Yahu senin adın müslüman adı mı ? Ben “Evet, Müslüman adı” deyince yüzüme baktı baktı,birden doğrulmak istedi. Ban mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu soluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun. Olsun Peki doktor beni müslüman eder misin?Müslüman olmak zor mu ? Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar gelmişti. Meğer o yaşa gelinceye kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle konuşamadığı için ,soramadığı için konuşamıyormuş.. Tabii dedim müslüman olmak çok kolay. Sonra kendisine imanın ve İslamın şartlarını anlatırım. Kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriliyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu. Yaşlılık bir yandan,hastalık bir yandan b,ir de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet’e olan hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü duygulanmıştı. …Mırıldandı: Siz müslümanlar tesbih çekersiniz bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah’ımı ansam olur mu? Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakkı’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Neyse uzatmayayım hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor,biz de gerektiğinde tedavisiyle ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir başkalamıştı. Müslüman olmuştu. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica ettim. Beni yalnız bırakma olur mu? Ne gibi Ömer amca ? Ara sıra gel de bana İslamiyeti anlat!sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim. Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum . hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. “Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!” Dedim ki içinden “Bizim Ömer amca galiba yolcu?”hemen yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı,göğsünde imanı ile ,koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O şekilde kucağımda teslim-i ruh etti…. Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. “Ne yalan söyleyeyim,ağladım.”

ŞehitlerÖlmez.Com. alıntı.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Ben Koklanmayı Senden Öğrendim




Ben, “koklanmayı” senden öğrendim; ve de koklamayı!..
Ben, koklamayı; senin koklamalarından öğrendim...
Ben, seni duymayı; beni dinleyişinden öğrendim...
Ben, seni görmeyi; bana bakışından öğrendim...
Ben, sana dokunmayı; bana dokunuşundan öğrendim...
Ve ben...
Ben, öperken koklamayı; Öperken beni koklayışından öğrendim...
..... Ben, öperken koklamayı, senden öğrendim!..
Sen, yüreği kıpır kıpır denizlere kokuyordun...
Sen, yeşil yansımış bahar göklerine kokuyordun...
Ve sen; yıkanmak üzere olan toprağa kokuyordun aslında.
Sen, “sana” kokuyordun; bana bulanmış...
Sen, sana kokuyordun, “bana” karışık!.. .....
Güzelliğini hiç bilmez olur muyum; toz olup ufalanışını, kuruyan terinden arta kalan tuzun!.. Saçının dibinde yaşayan son damlanın, bulaşıp dudağıma; ...parlamasını yâren bir yıldız gibi... Bilmez olur muyum tuzunun güzelliğini?..
Ben, yaprak yaprak açılmayı ve yaprak yaprak okşanmayı senden öğrendim...
Ben, koklanmayı... Ve öperken koklamayı senden öğrendim! Ben, seni duymayı; beni dinleyişinden öğrendim...
Ben, seni görmeyi; bana bakışından öğrendim...
Ben, sana dokunmayı; bana dokunuşundan öğrendim...
Ve ben...
Ben, öperken koklamayı; öperken beni koklayışından öğrendim. .....
Ben, öperken koklamayı; Senden öğrendim!..

Şair / Muammer Erkul

Şiiri okuduktan sonra ilk yüreğime düşen eser bu oldu sordum kendime koklamak bu kadar içten iken niye kıyamaz insan koklamaya? çok sever inciteceğinden korkar yürekten gelen duygunun sesleriyle Koklamaya kıyamam benim güzel Manolyam! der ve yüreğine döner...


6 Mayıs 2010 Perşembe

Kusuru kötülüğü başkasında değil kendimizde aramak





Bütün bilginler zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur demişlerdir, her kim daha fazla zalimse kuyusu daha korkunçtur daha karanlıktır.
İlahi adalet betere beter ceza buyurmuştur.Ey zalim sen zulmünle bir kuyu kazmadasın ama şunu bilki o kuyuyu kendin için kazıyorsun. İpek böceği gibi kendi etrafını örme kendin için bir kuyu kazacaksan bari boyuna göre kaz.
Zayıfları yardımcısız sanma Kur'an dan Allah'ın yardım gelince suresini oku. Sen bir fil bile olsan düşmanın senden ürküp kaçsa ebabil kuşları cezası senide gelir bulur.

Yeryüzünde bir zayıf bir zavallı emam diyecek, Haktan yardım istiyecek olursa göklerde meleklere gökyüzü ordusuna bir gürültü düşer... Ey İnsan başkalarından gördüğün zulümler, kötülükler senin kendi kötü huyunun onlardan aksetmesidir görünmesidir.
Senin varlığın iki yüzlülüğün, zalimliğin, gafletin onlara aksetmiştir o sensin sen kendini yaralıyorsun lanet ipliğini kendine kendin dokuyorsun o kötülüğü sen kendinde apaçık göremiyorsun görecek olsaydın başkalarına değil kendine candan ve gönülden düşman kesilirdin..
Ey Gafil adam arslanın kuyuda kendi aksini görüp kendisine saldırdığı gibi sende başkalarına saldırırken haberin olmadan kendine saldırıyorsun sen kendi huyunun,tabiatının derinliklerine inseydin kötülüğün, ahlaksızlığın senden senin kendinden olduğunu anlardın.
Mü'minler birbirlerinin aynasıdır bu hadisi Hazreti Peygamberden naklederler. Gözünün önüne mavi renkli bir şişe tutuyorsunda bu sebepten ötürü alem sana masmavi görünüyor eğer kör değilsen bu maddi görüşü kendinden bil kendine kötü de başkasına deme, eğer mü min Allah'ın nuruyla bakmamış olsaydı bazı gizli halleri ona nasıl olurda apaçık görünürdü eğer sen Allah nuruyla baksaydın kötülük hususunda başkasını ayıplar başkasının kusurlarını görürde gaflete düşermiydin..
Ey hüzün ve keder sahibi yavaş, yavaş, azar, azar nuru nura vur ki narı ilahi ile bakışın nuri ilahiye çevrilsinde başkalarında ayıp ve noksan yerine hüner ve kemal görebilesin

Mesnevi Okumaları Şefik Can

29 Nisan 2010 Perşembe

Ölüme Çağrı




Seninle ölmek istiyorum;

seni sevdiğim için,

sana inandığım için

senden ötede yalnız ölüm olduğu için...



Seninle ölmek istiyorum;

birlikte ölümsüzlüğe erelim diye,

karanlıkları birlikte aydınlatalım diye,

birlikte varolalım diye...



Seninle ölmek istiyorum;

çünkü seninle yaşamıyoruz.

Çünkü mayamız ayrılıktandır,

çünkü ölümle bir bütün olacağız.



Seninle ölmek istiyorum;

benimle kadere meydan okuyabilecek misin?

Hiçe sayabilecek misin benimle

insanları, yaşamayı, Tanrıyı?

Benimle gelecek misin?



Aşk seninle başladı.

Erdemlerim mutluluklarım senden geliyor.

Her şey seninle güzel ölüm bile.

Biz tüm inanmışlarız seninle, gerçek sevenleriz,

biz bu dünyaya yabancıyız,

bu dünya bize yabancı...

yaşamak mı dedin? Sürünmeye değer mi?

Tanrı mı dedin? Ölüm de onun eseri değil mi?

Kalanlar mı dedin? Unuturlar...



Bu katran geceler nasıl olsa bitmeyecek.

Ne yapsak insanları tüketemeyiz yeryüzünden,

nereye gitsek çaresizlik bizimle beraber

güz aylarında rüzgarın savurduğu iki yaprak gibi,

ayrı bahçelerden koparılıp aynı vazoya konmuş iki gül gibi,

birbirine karışan iki deniz gibi

seninle ölmek istiyorum...


Ümit Yaşar Oğuzcan

17 Nisan 2010 Cumartesi

Hayallerin İçindeki Sinsi Avcı

Vaktiyle adamın birisi öğrencilerini toplamış, onlara mutlu olmanın yollarını anlatıyormuş.
Bu gün,"herkes gözünü kapatsın ve kendisini dilediği br şey olarak düşlesin" demiş.
Öğrencilerden biri kendini gökyüzünde uçan br kuş olarak hayal etmiş.Tam böyle keyfince gökyüzünde süzülüp uçarken, bir de bakmış ki
aşağıda bir avcı, elinde tüfeğini kendisine doğrultmuş, ateş edecek.Öğrenci sıçramış ve hayalinden sıyrılıvermiş.Hocası sormuş
-Ne oldu evladım?
Öğrenci cevap vermiş:
-Ben kendimi bir kuş olarak düşledim hocam.Havada uçuyordum.Bir de baktım aşağıda bir avcı var.Beni avlamak için tüfeğini bana doğrultunca korkup sıçradım.
Hocası
- A çocuğum! Hayal senin hayalin, düş senin düşün. Hayalinin içine o avcıyı niye sokuşturuyorsun? Sen hayal etmesen o avcı nasıl girsin senin hayal dünyana!...

Ruhun Deşifresi Kitabından okuduğum güzel bir hikayeyi paylaştım sizlerle Yazarı Mehmet Ali Bulut Ruhun Deşifresi Kitabını okumanızı tavsiyede edebilirim gönül rahatlığı ile:-)

10 Mart 2010 Çarşamba

Kimi Dosta Gider Siz Nereye :-)




Hikâyesi…

Şair Ahmed’in Denizli’de dostları vardır ve bu dostlarından bir tanesi şairin elinde olmadan şaire küser. Şaire acıklı bir mektup yazar. Mektubu alan şair, derhal Denizli’ye varır. Ama dostu, dost olmaktan uzak kalır. Der ki: Sen köprü olsan seni o kadar çok severim ki üzerine basıp geçemem ama dostluğumuz bu kadar. Ne yapsın şair, eli böğründe geri döner. Ders alınacak ve bu sözler zuhura gelecektir ya önce söz vardır diyenlerin tersine önce olay gerçekleşir. Sonra olayın sözü gelecektir. Çünkü insan gördüğünü anlamaya meyillidir ve somut olanı sever. Uzun zaman geçmiştir. Şair, Mahmutpaşa’daki kravatçı dükkanı ile Fatih-Kıztaşı arasında gider gelir… Bu gidip gelmelerin birinde Denizli’de bıraktığı dostu ile Beyazıt Camisinin önünde denk gelir.

Gelir gelmesine ama dostu sevdiği şaire yüz çevirir. Şairi görür görmez yüzünü döner. Ne yapsın şair? Bir umutla dosta kavuşma beklemesi hüsran bağrına uğrar. Eve gelir ve bu sözler dökülür kalemine.

Kimi dosta varır dosta bendolur

Kimi nefse uyar kahrolur gider

Kimi gülistanda goncagül olur

Kimi goncagüle hâr olur gider.


Kimi tevbe eder esfiya olur

Kimi inat eder eşkiya gider

Kimi Ahmed seni uzaktan tanır

Kimi yaklaşır da kör olur gider.

Gönül yaralıdır. Bu hikâyeyi dinlediğimde acının ilk günkü gibi taze olduğumu anladım. Acı bitmez denen şey böyle olsa gerek. Küllenir küllenir ama kül bir kez yeniden yakılmaya görsün ateş senelerin, ayların birikimiyle daha fazla yakar.
Bu hikâyeyi dinleyen bizler kendimize döndük.

Hem ne demiş Nesimi:

Ben melâmet hırkasını kendim giydim eynime

Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne

Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi

Gâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni

Sofular haram demişler bu aşkın badesine

Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne

Nesimi'ye sormuşlar yarin ilen hoş musun

Hoş oluyum olmuyayım o yar benim kime ne

Sevgiyle aşkla kalın

8 Mart 2010 Pazartesi

Düştüğün Yerden Kalkacaksın




Düşünmek düştüğün yerin farkına varıp düşmeden önceki yerinin düşünü görmek demektir.

Düştüğün yer burasıdır ve inan düşüş devam ediyor… Sen sadece Adem Babamızın cennetten buraya alçak ve deni olan bu yere yani dünyaya düştüğünü sanıyorsan yanılıyorsun. Biz de düştük inan… Bu düşüşün acısını böğründe ince bir sızı olarak duymadıkça çürük bir diş gibi kendini daimi surette hatırlatan geçicilik ağrısını hissetmedikçe düşünmeye başlamayacaksın… Sanma ki düşünmek sadece belli ilgi ve bilgi sahiplerinin bunu kendine iş edinen kimi akademisyenlerin ya da ruhundaki marazların dehşetini bir şekilde telafi etmeye çalışan sıkıntılı insanların kendine özgü tatmin çeşididir. Düşünmek senin vazifendir. Çünkü buraya düşmüş bulunuyorsun ve inan düşüş devam ediyor.

Yükselişin yine buradan olacak lakin düşmüş olduğunu fark etmeden bu mümkün olmayacak. Eski kitaplar insanın bu ezeli hikayesine ‘hubut’ diyor yani bir tür indiriliş bir tür düşüş. Cennetin asudeliğinden dünyanın kesafetine karmaşasına maddiliğine perdeliliğine düşüş. Aklı kalpten ayırmak suretiyle kalbin cennetinden kopuk aklın kıskacına sıkışmak. Ruhun cennetinden maddi hazların tahrikiyle gövdenin bataklığına saplanmak. Dilin kendi katmanlılığı içinde en üst katmanındaki cennetinden en alt katmanına hapsolacak bir zihinsel inşaya gömülmek. Sadece somutu algılamak yoluyla soyutun ve eskilerin güzel deyişiyle hüsn-ü mücerredin cennetinden kovuluş… Anlamın bir üst katına tırmanabilecekken tembellik gayretsizlik ya da varolanla iktifa (ki bu bahiste caiz değildir) ile anlamın alt katında kalmanın ziyanı ve düşüklüğü. Şehvet denilen zalimin eline düşmeden önceki sakin zamanların cennetinden şehvetin ve hiddetin teni kışkırtan zindanına mahkumiyet. İradesizliğin ve sorumlu olmayışın yuvası olan çocukluğun cennetinden ergenliğin sert zeminine iniş.

Düştüğün yer burası ve yükselişin yine buradan olacak. Bunun için önce gözündeki perdeleri aralayıp ‘hayret’e uyanmak gerek. Hayret’e uyanmak için önce varlığa varoluşa eşyaya olaylara hayata insanlara ağaca kuşa suya toz tanesine alışıldık bayat gözlerle bilimin kafanı ve gönlünü buzdolabına koyan dondurucu tanımlarıyla bakmamak gerek. Eskiler buna ‘ülfet ve ünsiyet’ diyorlar dostum. Her şeyi sıradan görmek bir takım izahların cenderesine sıkıştırmak. Görüntüdeki tekrar eden durumları göre göre ‘bu zaten böyledir bu böyle olur’ zevzekliğinin alışkanlığına indirgemek.

Güneşin her sabah doğmak zorunda olduğuna inanmışsın onu hep doğar halde gördüğün için gözünün hükmünü akli bir hüküm haline getirmiş ve ‘güneş her sabah doğar’ demişsin. Sana göre su yüz derecede kaynar iki kere iki dört eder sular buharlaşır yukarda soğuk hava katmanına denk gelir ve yağmur kar dolu olarak aşağı iner. Bunlara gerçekten inanıyor musun? Peki su ne kar ne 2 dediğin sayı ne bunların anlamı ne? Suyu hep su kılan toprağı hep toprak kılan ne? Doğa kanunları mı diyeceksin? Peki bu kanunları kanun kılan hep öyle devam ettiren ne? Korkum bu türden sorulara sağda solda ayak altında pek çok yerde rastladığın için bunlara da alışmış olman bunlara da ülfet kesbetmiş olmandır. Ben bilirim ki insanda dehşete bile alışmak gibi saklı bir taraf mevcuttur. İnsan her şeye alışabilir alışmaya bile… Ama cennetce yaşamak ‘iyi veya kötü alışkanlıklar edinmekten çok mümkün olduğu kadar az alışkanlık edinmeyi gerektirir.’

Zira insan dağda sekerek dolaşan hayat dolu ceylanı öldürüp içini külle doldurarak evinin bir köşesinde sergileyerek hava atmayı sever. Böylelikle ceylana sahip olduğunu zanneder. Bu sahte sahip olma hissi onu her nefeste yeniden yaratılan hayatın karşısında da benzer şekilde konumlandırır. Hayatın kendisindense kavramlarını tercih eder. O kavramları bir kere türetti mi artık işinin bittiğini farzeder ve o kavramları değişmez sabit addeder. Sonra hayatı ve varlığı bırakır o kavramlarla felsefe ve bilim yapmaya başlar. Zamanla o kavramları kanunlaştırır ve kutsallaştırarak tartışılmaz kılar. Sanma ki Pascal’ın ‘Filozofların tanrısı değil peygamberlerin Allah’ı: İbrahim’in Allah’ı İshak’ın Allah’ı Yakub’un Allah’ı…’ nidası boşunaydı.

İşte bu yüzden Muhammed Peygambere ‘Oku’ diyen melek aslında bir yönüyle ‘ülfeti kır hayreti kuşan düşünerek düştüğün yerden yükselmenin düşünü gör’ demek istememiş midir? Kanımca peygamberin izinden yürüyen şair de aynı şeyi söyler:

Yüksel ki yerin bu yer değildir

Dünyaya gelmek hüner değildir.

Yusuf Özkan Özburun

6 Mart 2010 Cumartesi

Sevgi Şifadır





Derler ki: "Sevgi, ruhlar arasındaki benzeşmeden dolayı oluşan imtizac ve kaynaşmadan ibarettir. Nitekim bir suyu diğer bir suya karıştırınca birbirinden ayıklamak imkansızdır. Bu nedenle iki şahıs arasındaki sevgi öyle bir noktaya varmaktadır ki, birisi diğerinin acısını duyar olur; onun haberi olmadan yakalandığı hastalığa yakalanır." Sevgi aynı kaderi paylaşmaktır. Öyle bir paylaşma ki iki tarafın kalbine huzur ve ferahlık getirsin; hastalıklara deva olsun. Çünki paylaşılmayan sevgi yalnızca bir dert ve acıdan ibarettir. Eğer eşit bölünmezse, gönlü, sevginin diğer yarısı olan dert istila eder. Bu yüzden tek taraflı sevgi acı; karşılıklı sevgi de sevinç verir. Birbirini seven iki kişi arasında sevgileri derecesinde bir benzerlik vardır. Menfaatlerde, karakterde veya amaçlardaki benzerlikler gibi. Bunlardan en etkin olan sevgi karakterdeki benzerlik sonucu doğan sevgidir. Bunda karşılık beklenmez ve insan, sevgisini izhar için daima kendisinin ruh ve ulviyet yönünden benzerini, eşini arar ve ancak ruhun eşi ile sükunet bulur. Hani ayet-i kerimede buyurulduğu gibi: "Sizi bir tek nefisten yarattı ve kendisiyle durulup yatışması için ondan da eşini var etti (A'raf, 189)"
Sevenin ruhu sevilene meyilli yaratılmış olup kendisini ona yakın hisseder. Sevilen bu yakınlığı duymuyorsa eğer, arada sevgiyi perdeleyen maddî yahut manevî engeller var demektir. Engeller sevenin yüreğine, sevginin ikizi olan acı biçiminde yansır. Sevilenin bu sevgiye karşılık vermesi; ancak engellerin ortadan kalkmasıyla mümkündür ve o vakit, acı da birden bire sevgiye dönüşür. Diğer bir ifade ile sevgi eşit bölününce, acı alır başını gider. Kalpler karşılıklı aynı sevgi ile dolunca dert hafifler, sevinç çoğalır. Kulların rızkını paylaştıran Allah, sevgiyi de onlar arasında eşit paylaştırmıştır; çünki.
Seven iki kişiden birinin başına gelen, hastalık veya esenlik, diğerinin de başına gelmeyince aradaki gerçek sevgi anlaşılamaz, acı kendini gösterir. Hani eski bir şairin dediği gibi: "Rabbim! Şayet aramızdaki sevgiyi bölüştürmeyeceksen, bari onun yokluğuna da yanabilecek katı bir yürek nasip et bana."
Eğer sevgili hasta iken hasta olmuyorsak gerçek sevgiyi ve sevinci tadamayız. Sevgilinin hastalığına ziyarete gidince hastalanan âşık, elbette sevgilisi ziyaretine gelince onu görür görmez iyileşecektir.


İskender Pala







4 Mart 2010 Perşembe

Bir İmkan Olarak Yalnızlık


İbn Arabi halvetteyken, yakın dostu, sırdaşı olan Abdullah odasının kapısından içeri girer. Girince, derin bir dalgınlıktan, rüyadan uyanır gibi sıçrar. Noldu şeyhim? diye sorulunca da, ‘sen gelesiye’ der, ‘Sevgiliyle birlikteydim, sen gelince yalnızlığa düştüm.’

Konuştukça içimdeki uğultu büyüyor, dedi Kadın. Büyüdükçe dahaçok konuşuyorsun, dedi Adam. İnsanlara karıştıkça yalnızlığım artıyor,dedi Kadın. Yalnızlaştıkça daha çok karışıyorsun, dedi Adam. Yaşadıkçaacılarım çoğalıyor, dedi Kadın. Acıların çoğaldıkça yaşadığını sanıyorsun,dedi Adam. Sana yaklaştıkça uzaklaşıyorum, dedi kadın. Uzaklaştıkçayaklaşıyorsun, dedi adam.Yalnızlığın uğultusu...diye fısıldadı Kadın, buna dayanamıyorum artık.Dayandıkça koyulaşacak, dedi Adam. Pencereden usançla baktı Kadın.Sokakta her zamanki cansıkıntısı ve telaş. Satıcılardan, tüpgazcılardanve çocuklardan yükselen bağırtıya, bariyerlere, inşaat artıklarınabetonla yaprağın kaynaşmakta gösterdiği çaresizliğe baktı. Çocuğunuhırpalayan öfkeli anneye,Servise yetişmek üzere koşuşturan memurun giysisindeki uyumsuzluğa,vinç operatörünün kar altında çimento torbasının üstünde kıldığı namazabaktı. Birbiriyle konuşmadan yürüyen ortahalli yaşlı karı kocaya. Askerinçehresindeki korkuya baktı. Koyulaştıkça dayanılmazlaşıyor, dedi.Ötekini dinlemenin dayanılmazlığına baktı bu kez, konuşmanınağırlığına. Sokakta pervasızca yürüyen köpeğin yılgınlığına. Kendilerinisatılığa çıkarmış gibiydiler. Bir tellal gibi bağırıyordu yalnızlıkları. Efendisineyakarıyor,’siz benden daha iyi bir köle bulabilirsiniz fakat bensizdendaha iyi bir efendi bulamam,’ diyordu. Evlilik, arkadaşlık, akrabalık,komşuluk sanılan beraberliklerin yakarışına bakıyor, yüreğine dokunan sözlerden gözyaşlarını tutamıyordu Yalnızlık. Kölesini satmaktanv azgeçiyordu.


Wıttgensteın, ‘kişi yalan söylemiyorsa, yeterince özgündür’ diyor. Bunu sürekli yedeğimde taşıyarak söylemeliyim ki, ne Sevgili’yle, ne ötekiyleyim. O halde yalnızlığın kaçınılmazlığı içinde, ya sürekli öteki benlikleri dinlemekten ibaret olan okumayla uğraşmalıyım veya o dayanılması güç yalnızlığı, kötü dahi olsa her türden ilişkilerle takas etme çabasındayım. Kişi her halükarda yalnızdır. Sevgili’yle birliktelik derken de, an madem sonsuzca bölünebilir, o halde, birbirine doğru gitmekte olan iki sevgili hiçbir zaman kavuşamayacaklardır. Yani vuslat olunca aşk biter, yalnızlık başlar. Halimi en iyi Lale Müldür anlatıyor : ‘Ormanda bir kuş hızla dönüyordu/aşık olduğumuz zaman/yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner ve kaçmamız gerektiğini söyler bize/çünkü her şey çok fazladır/kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş/kendini ve etrafındakileri yaralar/tehlikedir onun adı.../bunun için aşkı hiç kimse, insanın kendi arkadaşları bile istemez/kumrular sakindir bir tek/ben kumru değilim/sen de/bu yüzden birbirimize yaklaşamayız.’ Bu, birbirine yaklaşamama hali olmakla birlikte yalnızlığın hem kaçınılmazlığını ima eder hem de bir imkan oluşunu. Yalnızlık her zaman gizemlidir, bizatihi gizemdir, vahşidir, ıssızdır, sessizdir, açık gözle düş görür ve açlıktır. Bir tanışım vardı, Boğaziçi uluslar arası ilişkileri bitirmişti ama ressamdı, ne ki ressamlığını eyleyemiyordu, ailesiyle arası bozuktu, işsizdi ve kendine güveni kalmamıştı; eve kapandı, yıllarca şizofrenler gibi evden çıkmadı. Bir gün ziyaretine gittiğimde, yüzeli kilo olduğunu gördüm. Sürekli yiyordu. Yalnızlık onu yiyor, o, eline ne geçerse midesine indiriyordu. Böylece, yalnızlık uru içinde yağa dönüşerek büyümüş, büyümüştü. Bu, bir imkan olma umudunu yitirmiş yalnızlıktır. Onun artık ötekiyle ilişki ihtimalleri de kalmamıştır.İnsan konuştukça yalnızlaşırmış. Bu, yazdıkça daha acıtıcı bir biçimde gelişiyor. Yazdıkça hem yalnızlaşıyor hem çıplak oluyorum. Yazdıkça ruhumun yağmalandığını hissediyor, yalnızlığın yakıcı bir zehir, bir asit, bir…olduğunu etimle kemiğimle kanımla duyumsuyorum. Burada kelimelerden örülü bir yalnızlık duvarı yükseliyor. Kimse beni anlamıyor, kimse beni dinlemiyor, okumuyor; ben kimseye bir şey anlatamıyorum, yazdıkça anlatmanın imkansızlığı beliriyor, derinleşiyor, yalnızlığın, ötekiyle temas kurma sanısından başka bir şey olmadığını görüyorum.Bir zaman, bir ‘hiç’ belgeseli çekmiştim. Hiç öyküsü yazmıştım. Hiç yazan bir hattatın evine gitmiştim. Orada üç gün boyunca, Hattat’ın çayla renklendirilmiş kağıda ‘hiç’ yazışını görmüştüm. Sadece hiç. Hattat, hattın artık modern zamanlarda göğümüzden çekildiğini derinden hisseden biriydi. O da tutunamamış, işsiz, para karşılığında çizmemiş, bu yüzden giderek daha çok yalnızlaşmıştı. O da bizdendi. Onun, kağıda o üç harfi nasıl ağır ağır geçirdiğini gördüm. Hiç, yalnızlığın, tekliğin, yokluğun resmiydi. Hiç…Veya şey. Hiç hattı çizilebilen bir şey değil aslında. Kağıda bir hicran düşürmek, ‘ben yalnızım’ demek sadece. Bundan ötesi zaten yok. Hiçlik, varlığın olumsuz kutbu olarak algılanılıyor burada. Yani hiçlik olmasa varlık zaten olmayacak ve bilinmeyecek. O halde hiç yazarak insan ne söyleyebilir? Hiç demek hep olmaktan geçiyor ama hep olunca insan kalmıyor. Geri dönmek gibi bir şey. Geri döndüğünde insan kalmamıştır.Hattat’ın acısı, insanın en güzel anlarının, kendisiyle geçirdiği anların çizilince daha çok acı vermesindendir. Bu yüzden şair, ‘dünya tatsızlığı kristalleşirken kimyasal bir çözeltide, hiç bir şeyi çözemezsin.../bileklerini de kesemezsin/anti-maddeye kaçmak istersin sadece bazen ama bir insanla bir şey olur/kısa süren bir şey/iki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz’ der. Bir şey olmaması, yalnızlığın da olmadığını gösterir. Zira bir imkan olarak yalnızlık, ‘şeylerin nasıl olduğunun değil, olduğunun gizemli olduğunu’ anlama zamanıdır. Anlamdan söz edilecek olursa, bu ancak, yalnızlığa özgü bir hal olarak belirebilir.Yalnızlık Allah’a mahsustur, burada mahsus olan hem özgülüğü hem de hissedilebilir olmayı ima eder. Biz, ihsaslar aleminden geçerek örtülerimizi aralamaya başlar ve yalnızlığı tadarız.Sevgili’yle yalnızlık imkansızdır, bu, tersinden okunursa, sevgiliyle olmak da imkansızdır. Aşkın imkansızlığı ile yalnızlığın imkan oluşu akrabadır.Belleğim beni yanıltmıyorsa, Sefa Kaplan’ın bir dizesiydi, ‘bir yalnız bir yalnızı bir duvarda bulur da…’Bunu yalnızlık olarak da okuyabiliriz.Bir yalnızlık bir yalnızlığı bir tenhalıkta bulur. Burası halvet yurdudur. Halvet sevgiliyle olmaktır. Ayrılık, yalnızlığın acıtmadığı bir yerdir. Bilge, ‘ayrılığa ulaşsaydık, ona kendi acısını tattırırdık’ der. Yalnızlık da böyledir. Beraberlik de. Bu, bir korkuya dönüştüğünde acı vermeye başlar. Acısı büyüdükçe korku olmaktan çıkar. Böylece ne korku ne acı vermeyen bir şey haline gelir. Hal, geçicidir. Değişir. Tekrarlanır ve süreklilik kazanırsa temkine yerini terk eder. Temkin, bir hale yerleşmektir. Ona makam denir. Yalnızlığın yerleşilen bir hal olduğunu en iyi azizler ve bilgeler bilir. Şair, bülbül gibi niteliksiz aşıktır. Asıl acıyı aziz/bilge çeker. Onun gürültüsünü çıkarmak şaire düşer. Şair, yalnızlığın nasıl bir korku olduğunu sürekli bağırıp çağırandır. Yalnızlık onda korkunun fetişleşmesine yol açar. Bir haz nesnesi olarak yalnızlık, erkek düşmanı bir kadın yazarın dilinde şöyle bir varsayıma neden olabilir : ‘Erkek, ben ve sen dediğinde, sen, cinsel organıdır…’ Bu masum gibi görünen yargının dibinde sadece aşkın imkansızlığının erkeksi adresi yatmaz, aynı zamanda erkeğin, yalnızlık korkusunun muazzamlığı da imlenmiş olur. Oysa yalnızlık cinsiyeti aşar, insanı daima içine çeker ve kaçınılmaz bir biçimde zehirler. Yalnızlığın zehriyle ölmeyenler için iki selametli kıyıdan söz edilebilir : Kişilik yarılması, öldürmeyen yara güçlendirir tesellisi. Züğürt değildir ama nihayetinde bir tesellidir. En güzelini Nazan Öncel söylemiştir : Yalnızlık yalnızlıktır vay gönlüm vay…Yalnızlık için söylenebilecek en ironik ve gerçekçi sözlerden biri olmalı : Yalnızlık (sadece) yalnızlıktır. Kendisi dışında nitelenemeyen bir şey. Belki yakınlık koridoruna girilerek bir çıkış kapısı bulunabilir kırlara. Yakınlık kime ve nasıl bir doğrultuya? Seni yakınlığa çağıran O’nun yakınlaştırıcı ismidir. Yakın olsaydın, ‘yakınlaş’ denmezdi. Demek ki yakınlığa gereksinimin var. Zaten ad kökümüz, ‘ünsiyet’ten gelir. İki yönü vardır : Biri unutmakla ilgilidir –ki yalnızlığın geçici devalarından biri budur- diğeri yakınlaşma, tanışma…Gelin tanış olalım’dan kinaye. İşi kolay kılmak için ezel bilişikliği gerekir. Ama asıl acı da budur. Verilen söze gönderme yapan bil bilge der ki, ‘evet (beli) sözcüğünün neresinde mutluluk vardır ki…Bu söz değil midir ki, bunca acıların, ayrılıkların ve yaraların kaynağı olmuştur.’ Turgut Uyar’ın o masum serzenişini tekrarlamanın vaktidir : ‘Hangi cebini karıştırsan yalnızlık…’Doğrudur, şurda burada değil ki…Düşüncede, hatırada ve dilekte…her yerde. Belki fobi olarak seni beni kuşatan bir yerde. Onunla birlikte kime hangi yanı vursa sadece o, yalnızlık. Çocuklar, farkında olmaksızın yalnızlığı çoğaltırlar. Şairler de öyle. Bunların başını ise Turgut Uyar çekmektedir. Onun kelimeleri, bir kış gecesi, sokakta kalmış çocuk kadar yalnız ve çaresizdir. Dili imkansız kılmaktan söz eden kibirli şairlerin aksine, o, dilin nasıl bir imkansızlık olduğunu söyler durur. Dilin imkansızlığı, bir korku olarak yalnızlığı büyütebilir. Yenebilir de. Ama üstesinden gelebileceğini sanmıyorum. Böyle olsaydı insan konuştukça yalnızlaşmazdı.Hattat’ın hiç yazım öyküsü, bir fobi olarak yalnızlığın da öyküsünden bir kesittir (Çünkü elif, yalnızlıktır) :“Bütün harflerin elif’ten geldiğine inanırdı. Ne yazsa elif yazıyor gibi yazardı. Vav elifin sağ ucundan bükülerek kendi içine doğru kıvrıldığı, içe döndüğü bir harfti. İçedönüklüğü anlatansözcüklerin başına gelirdi. Nun elifin yatarak iki ucundan yükselmesiyle belirmişti. Hem yatay hem dikey bir harfti. Zaman ve mekana bağlı olmayan soyut kelimelerin başına gelirdi. Elif birdi. Noktadan doğmuştu. Nokta birimdi özdü.’Hiç’i yazalı beş yıl olmuş. Boş bir kitap. Sayfalarda herhangi bir iz, bir işaret yok. Bir harf, bir sözcük. Sadece sessizlik. Elif, hiçliğin ve boşluğun bir görünüm olarak belirmesinin ikinci adımı. Elif, başka harflerle bitişmiyor. Bir yani. Tek. Yalnızlığın selvi boylu imgesi. Tek ü tenhalığın, kimsesizliğin. Sayıları saymayı biz ondan öğreniyoruz. İlk adım nokta. Elif noktadan yapılıyor. Üst üste yedi nokta bir elif ediyor. Nokta hem başlangıç hem son. Başla sonun bitişmesi yalnızlığın bir fobi olmaktan çıkması. Hareke kabul etmeyen harf meçhul kalırmış. Elif harekelenmeyip meçhul kalmayan tek harftir, elif, harfler âleminde yalnızlığın görünümüdür.Bu sırrın Ekleri Elif'in adının söylenişini deriştirir. Ne var ki bunun gerçek nedeni hiçbir zaman bilinemez. Elif'in sessizliği kaf ile nun'un birleşmesiyle belirginleşir. Ete kemiğe bürünür, can suyuna kavuşur, böylece Elif sadece Eİif alarak bilinir. Bir sözcüğün yapılışında kullanılınca Elif, hakikat yere inmiş demektir. Gerçeğin yere inişidir Elif'in öteki harflerle yan yana gelişi, Elif'in sessizliği lam ile mim'in bir araya gelişiyle derinleşir. Elif dinme, yatışma ve sessizleşme sözcükleri yapar, varlık sessizliği ondan öğrenmiştir. Harfler hareketlendiğinde kendiliğini koruyan Elif'in sükûnuna dikmişlerdir gözünü. Her harf Elif olmak için can atar. Eklerini bırakmak, harekelenmekten kurtulma yolunda umulmadık şeyler yapan harfler, sonunda 'beyhude ömrüm' diye hayıflanırlar. Yalnızlığın bir korkuya dönüşmesine bakarak onun her şey olmadığı söylenebilir. Her şeyin ne olduğunu bilemeyiz. Her şey sandığımız şey, algı sınırlarımıza sığandır. Algımızı aşan şeyin ne olduğunu bilmemiz imkansız olduğundan yalnızlığın algılayabildiğimiz her şeyle sınırlı olduğu açıktır. Yalnızlığın açık mı kapalı mı olduğunu da bilemeyiz. Bize açık olan başkasına kapalı, bize kapalı olan başkasına açık olabilir. Sınırlarımızı fark ettikçe yalnızlaşırız. Yalnızlaştıkça sınırlarımıza yaklaşırız.Yalnızlığın sınırdurumu oluşu, bizim varlığımıza ilişkin soruyu fark etmemizle başlar.Sınırdurumunda daima patolojik olanın belirme ihtimalleri güçlüdür. Korkunun az ve fazla iki uca doğru savrulma ihtimali, yalnızlığın yol açtığı yaranın kapatılma imkanlarının henüz gürbüzleşmemiş olmasıyla ilgilidir.Burada imdadımıza Rilke yetişir :“Yalnızlık bir yağmura benzer,Yükselir akşamlara denizlerdenUzak, ıssız ovalardan eser,Ağar gider göklere, her zaman göklerdedirVe kentin üstüne göklerden düşer.Erselik saatlerde yağar yereYüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,Umduğunu bulamamış, üzgün yaslıAyrılınca birbirinden gövdeler;Ve insanlar karşılıklı nefretler içindeYatarken aynı yatakta yan yana:Akar, akar yalnızlık ırmaklarca.”Rilke’nin yalnızlığı, bir korku olmaktan çıkmıştır. Yalnızlık kaçınılmazdır. Yağmura benzerliği, rahmet oluşu, yağışının mukadderliği, yıkayıp arındırması, yerden göğe yükselip tekrar yere inişi, başla sonu bitiştirmesi, bir daire metaforuyla anlatılması gösterir ki, birbirine yabancı, ayrıksı iki gövdenin bir yatakta karşılık nefret içinde yatarken arada kara bir ırmak gibi akması kesindir.Yalnızlık, aynı zamanda iki gövdeyi birbirinden ayıran ırmağa benzer. Irmak mutlaka bir denize dökülmelidir. Toprağın çatlaklarında kaybolan, yerin altındaki gizemli derinliklerde yitip giden ırmak, yalnızlığın büyümesi, sonsuz bir karanlık haline gelip insanı yutmasıdır. Bu korkudur yalnızlığı dehşetli kılan. Oysa insan ünsiyettir. Bir yanıyla. Yalnızlığın bir ejderhaya dönüşmemesi için en elverişli yol budur. Yoksa Allah elinin itelediği kişi olarak yalnız insan, kendisiyle ünsiyet kuramaz; kendisiyle biliş olmayan ötekiyle asla tanış olamaz. Yalnızlıkla bedeni sancıdıkça onu değiştirmeye çalışır ve en kötü birlikteliklerin kapısını çalıp durur. Bu, yalnızlığı daha dayanılmaz kılmaktan başka bir işe yaramaz. Bu durumda, Toynbee’nin, ‘kişinin önce içine kapanmasından, sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili hareket’ belirir. Burası, yalnızlık dolambacıdır. Yüzyıllık yalnızlıktır. Burada insan bir yalnızlıktır.Yalnızlık korkusu, ruhsal bilincimizi parçalayan bir ayrılıktan sonra duyduğumuz bir yurt özleminden başka bir şey değildir.Romantik mitolojinin ‘derin bir yalnızlık duydu’ dediği Adem’in sol kaburga kemiklerinden biriyle var edildiği Havva ile olan ünsiyetiyle biraz olsun dindirdiği bir özlem.O kemikten boşalan yere, arzu doldurulmuştur.Böylece kadın, yalnızlığın kavurucu ateşinden, sürekli olarak yurduna kaçmak ister, parçanın bütüne olan iştiyakı…Erkeğin ise kadına olan vurgunluğu, bütünün parçasına olan düşkünlüğündendir.Birleşme veya bütünleşme en yalnız andır. Orgazm anında mutlak’a yakın bir kopuş yaşandığı, sonrasındaki o derin boşluğun ise, yalnızlığın en derin kuyusu olduğu söylenir. Tatmayan bilmez.Bu, yalnızlığın, ancak öteki bilinciyle ve deneyimiyle fark edilen bir hal olmasıyla da ilgilidir.Edip Cansever, bu korkuya alışmak ister gibi, ‘görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk birleşiyoruz sessizce’der.Az sonra başına gelecek felaketi görür, korunmaya çalışır.Yalnızlıktan korunmak için bir neden var mı?Kalabalık olmadan yalnızlık olur mu? Yalnızlık olmadan kalabalık?Yalnızlık biraz da sıradanlık değil midir?Biraz ayrılık, biraz ölüm.Geçenlerde aynı açıkoturumda konuştuğumuz Neşet Ertaş, benim uzun uzun imge çözümlemelerimden sonra, ‘hocanın sözlerinden yararlandım. Çok güzel, çok derin şeyler söyledi. Benim aklım bunlara fazla ermedi doğrusu. Ben, ‘iki büyük nimetim var/biri anam biri yarim’ diyebildim, aklım buraya kadar erebildi’ demişti.Aklımızın ermediği şey olarak yalnızlığın anne ve yar üzerinden giderilmesi, belki dünyada en fazla ünsiyet kurabildiğimiz iki varlık olmasındandır. Yalnızlık, kronik bir fobi olarak geliştiğinde, insanı kendinden koparıyor, her acıda olduğu gibi bir inisiyasyon boyutu beliriyor, bu belki de yaşamı daha yoğun biçimde yaşamaya davet ediyor. Acı, bizimki gibi coğrafyalarda, insanın kendi sınırları içinde bir düşünme biçimine dönüşüyor, başkalarını daha yakından tanıma imkanlarını artırıyor.Bu sınır genişlemesinin potansiyel bir tehlikesi de yok değil : Beraberliklerle, acıları yavaş yavaş dinen ve iyileşen hastanın mutluluğuna benzer bir huzur hali yaşıyoruz. Fakat bu, kesintisiz mutluluk anlamında bir sürekli huzura dönüşemiyor. Böylece acılara müptela oluyoruz. Acı katışıksız, etkilerden azade ve pürüzsüz biçimde çalışmıyor. Biyolojik bekareti yok yani. Yalnızlığın da öyle. Aşkın da, ölümün de. Çünkü aşk, ölüm gibi güçlüdür, derken şair, aşk yaşantısının içindeki, o gittikçe büyüyen yalnızlığa gönderme yapıyor olabilir. İnsan kendisi için sever ama öteki için özverir. Bu çelişik hali en iyi açıklayan en kullanışlı iddia sanırım, aşkın gelince ben’liğin gidişidir. Benliğini ödünç vermez aşık. Benliğinden sıyrılır. Bu sıyrılmanın ne olduğunu bilmiyorum. Benlik zaten kendilik değil mi? İnsanın kendisi deyince benliğini kastetmiyor muyuz? O halde nefis de neyinnesi oluyor? Nefs’e kalp de denildiğini hatırlıyoruz. Bu unuttuğumuz hali bize aşk hatırlatabilir mi? Kadın erkekteki erkek kadındaki varlığını geri istiyor diyenlere ne diyeceğiz? Kadın erkekteki çocuğunu almak için ona yaklaşıyor diyene. Bütün bunlara birşeyler denebilir. Ama ister kendi ister nefis ister benlik ister kalp/gönül ister vicdan ister ruh ister başka bir ad ne denirse densin, insan aşk merdivenine tırmanmaya başlayınca veya aşk kanadıyla ansızın yükselince/uçunca bir şeyden vazgeçiyor. Bunu dileyerek yapmıyor çünkü isteyerek aşık olmuyor. Aşk gibi bir sıçramayı bir hamleyi, bir boşluğa fırlamayı, bir yücelmeyi iradesiyle yapmıyor. Aşk düşüyor, insana aşk uğruyor ve onu türlü hallere uğratıyor. Böyle olunca insan en tuhaf yanlarıyla beliriveriyor. Aşk insanı eklerinden soyuyor ansızın, onu yalınlaştırıyor. Yalınlaşan insanın hem asli doğasının işaretleri, hem de en ‘çirkin’ yanları görünüyor. Adem’in ansızın çıplaklığını hissedişi gibi bir şey. Aşk insanı indirmiyor ama indirilmiş olduğuna bir ayna tutarak çocukluğun çıplaklığıyla karşılaştırıyor. Sonra aşk uğradığı yeri yer olmaktan çıkarıyor ve yuvasını yıkan yavaş yavaş yeniden kuran bir belirleyen olarak acıtıyor. Bu acıtma, insanın yaşadığı acıların tümünden fazla. İnsan kendi doğasının sınırlarını ancak aşkla farkediyor. Ölüme karşı insanın dayanması, aşk acısıyla mümkün olabiliyor. İnsan ölümün de kalımın da aslında aşkla olduğunu aşktan geldiğini ve aşkın bizatihi kendisi olduğunu ölmeden ancak aşkla anlayabiliyor. Yalnızlığı aşkla tanıyor. Yalnızlıktan aşkla kurtulmaya çalışıyor. En çok aşık olduğu zaman yalnızlaşıyor. Aşkla vazgeçiyor, aşkla kendisini görüyor, aşkla öteki’nin meşruiyetini tanıyor, aşkla öteki’yle ilişkisini nasıl yoluna koyabileceği sorunuyla yüzleşiyor, aşkla korku ve umudun mahiyetini anlıyor, aşkla hayran oluyor ve hayret düzeyine geçiyor, aşkla varlık’ın sesi olduğunu hissediyor, aşkla bu sese kulak vermesi gerektiğini görüyor ve aşkla bu sesin sırlarını öğreniyor, aşkla varolanla münasebetini tayin etmeye başlıyor. Aşkla insan kandan ve zulümden kaçıyor. Ama bu onu arı duru bir hale getirmekle yetiniyor. Yalınlaşan insanın bu halini koruması, ekler edinmemesi çoğu zaman imkansız olduğundan her an, doğasındaki olumsuz kutba yeniden dönmesi hatta bunu aşk aracılığıyla gerçekleştirmesi, kaniçici ve zalim bir varlık olarak, yaşamının en büyük barbarlıklarını ortaya getirmesi mümkün ve muhtemel olabiliyor. İşte tam da burada, öteki’nin düşmana dönüşerek, bir geçiş ve aşkınlaşma süreci ve aracı olmaktan çıkıp, bir hedef ve işkence nesnesi haline gelmesi durumunda, insan dişlerini ve tırnaklarını çıkararak saldırabiliyor. Burada aşkın, insanın tüm hallerini en görkemli biçimde dışavuran bir ışık olduğunu söyleyebiliyorum. İnsanda öteki bilinci aşk aracılığıyla bir sarsıntıyla birlikte oluşur. Burada gayr’ın, Gayyur sıfatından gelen sarahatini bulmak da mümkündür, gayr’ı bir put olarak üretip O’nun gayretine dokunmak suretiyle tıpkı pervane gibi kendisini ateşlerde yakmak da. Ateşlerde yanmayana pervane denilmez. Onun doğası gerektirir bunu ama aşık, ateşe koşarken suya gittiğini sanacak kadar sersemdir de. Bu sersemliği hem sarhoşluk hem de aptallığı içerir biçimde kullanıyorum. Böylece, aşkın insanı hem sarhoş edici hem de aptallaştırıcı etkisinden söz etmiş oluyorum. Sarhoş eder çünkü insan, benliğinden vazgeçmiş ve bir bulut gibi kendini kaybetmiştir. Aptallaştırır çünkü benliğinden vazgeçerken insan aynı zamanda aklını da iptal eder. Akılsızlık değildir bu. Akıldan kalbin alanına geçmek, kalbi aklı keşfetmektir. Çünkü kalbin, aklın anlayamadığı nice akılları vardır. Bunu ancak aşkla anlarız. Aşkla ve ölümle. Ölümle anlaşılan şey anlaşılmamıştır ama ölüm gibi güçlü acıları tadan insan da bir bakıma ölmüştür. Ölmeden önce insan sürekli ölüp ölür dirilir. Gerçek ölüm, hayatın gerçeğinin açılması, perdenin aralanmasıdır. Gerçek dirim de ölümün bu mecazi gücünü yitirmesiyle beliren haldir. İnsan, ölüm gibi güçlü bir acıyı, yani ayrılığı aşkla tanır. Ayrılık, her türüyle, aşktan daha güçlü bir ıstırap olarak, bize, yalnızlığı tanıtır. Yalnızlığı tanımaya başladıkça yalnız olmadığımızı anlamaya da başlarız. Allah nasıl elif’le hatta nokta’yla simgeleniyorsa, insan da elif’in gizine erdikçe yani yalnızlığı tanıdıkça, benliğin de tıpkı elif gibi bir bütün olabilmenin mecazi gücü olduğunu da anlamanın eşiğine gelmiştir. Yani tüm harfleri içeren bir elif haline gelmek, giderek noktaya dönüşmek. Azalarak büyümek. Yokolarak varolmak. Hiçleşerek hep haline gelmek. Bütün bunlar, acıyı kendimiz yaşadığımızda, öteki’ne acı vermediğimizde gerçekleşir zannındayım. Yoksa ahlaki bir gerilime neden olacak biçimde, aşkı, aşığı olduğumuz için bir musibet ortamına dönüştürdüğümüzde, yani yüreğimize ekilen o merhamet tohumunu benliğin alt düzeylerinden gelen pis suyla sulayarak çürütmeye başladığımızda, aşk yaşantısını, aşkın doğasına ihanet eder biçimde gerçekleştirdiğimizde yokolarak varolmaktan ziyade sadece yoketmek ve yokolmakla karşı karşıya geliriz. Böylece benliğini veren aşkını almış ardından benliğini de alarak aşkını geri veremediğinden başladığı noktaya geri dönmüştür. İnsan geri döndüğünde kalmayacağına göre, aslında başlangıçtaki yerden gerilere itilmiş ve sonuçta aşkın aşkınlaştırıcı işlevinden uzak kalmıştır. İnsanın geri dönüşüyle birlikte, nereden başlayacağını bilemediği, loş, belirsiz hatta varlık bakımından netameli bir yere yani yersizliğe uğraması halinde yine elinden ya aşk veya aşk gibi güçlü bir acının tutabileceğini de söyleyebiliriz. Aşktan güçlü olan, yalnızlıktır, ayrılıktır, ölümdür ve ölüm de bir kavuşma olduğundan aslında insan hiçbir zaman ayrılmamaktadır. Ayrılığı bu bakımdan, kendi asli doğasının merkezinden ayrılması olarak düşünebiliriz. İnsanın merkezi kalptir. İnsan aşkla buraya doğru hareketlenmektedir. Merkeze doğru ilerleyen ve bunu ancak acı çekerek yapabilen insan, acıyı bal eyleyen bir hidayet yağmuruyla yıkanma şansına erdiğinde sessizliğe gömülmeye başlar. Sessizlik ve durgunluk, asli dilimizde sekinet denilen yetkinlik düzeyinin ilk basamaklarıdır. İnsan bir yandan fırtınaya tutulan ve dalgaları gittikçe büyüyen, kabaran bir denizdir bu yolculukta, bir yandan da kabardıkça içi durulan, ağırlaşan, sakinleşen ve sessizleşen bir göldür. İnsanın merkeze doğru hareketlenmesiyle acıları da büyüyecek ve acının acı olmaktan çıktığı o sabit noktaya yaklaşacaktır. Bu süreci yaşama yönünde kendi çabasıyla Allah’ın inayeti buluşan şanslı kulun, öteki’ne acı verme ihtimalleri de birer birer azalır ve nihayet yok olur. Aşkın kanlı ve kirli bir savaşa dönüştüğü yaşantılarda, iki birey, nefsin aşağılık düzeylerinde takılıp kalmıştır. İşte burada beliren yalnızlık dağıdır. Belki de bir kuyu. Yalnızlık kuyusuna düşmekten hiçbir aşık veya ilişki kurtulamaz. Yalnızlığın acısı, demirin ateşte eriyişi gibi benliği yumuşatır ve insanı yok ederek yeniden yapar. Yalnızlığın korkusuyla egosuna kaçan kişi ise, oradan en vahşi cinayetler için silahları kuşanmış olarak yeniden sipere döner. Artık bir savaş oyununa dönüşmüştür aşk ve aşk adını hak etmeyen, adına ne denirse densin sonuçta bir ahlaksızlığa dönüşmüştür.Aşkların taşıyıcılarını çürüten, yani onları yalnızlaştıran, ötekileştiren ve birbiri için korkuya dönüştüren tam da budur.Burada, ‘aşkını verip benliğini isteyen’in durumu ise, bu çürüme tehdidiyle yüzyüze gelen, yalnızlığın korkusuyla çaresizleşen vicdanın tepkisidir kanımca.Yalnızlığın bir imkan olabilmesi için, insanın en güzel anlarının kendisiyle geçen anlar olduğunu bilecek bir ruh olgunluğuna erişmesi gerekir. Böylesi bir yetkinleşme, kendine yetme, kendini fark etme olmaksızın, yalnızlığın bir korku ve kaygı olmaktan çıkması imkansızdır. Sonuçta, yalnızlık ve ayrılık gibi acılar ne yeryüzünden büsbütün kaldırılıyor ne de insan(lar) büsbütün acıya boğuluyor. Bıktırmamak için acıların yüzüne biraz tebessüm sürülüyor o kadar. Bir başka deyişle, Edip Cansever’in dizeleriyle söylersem :
‘Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı :
Durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.’

Sadık Yalsızuçanlar
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...